9. ALÇAKGÖNÜL
Okay Kaya Damn, Gravity
Belgesel Her Yönden Mızraklar
Christopher Walker, ABD/Ekvador
Sinopsis: Ekvador’da yaşayan halkların olağanüstü verimli ve güzel ekosistemini mahveden çokuluslu şirketlerle olan kavgası.
Öykü
Ona "der spiegel" dergisinin tüm diğer dergilerden farklı ve üstün olduğunu anlatan yaşlı adamı dikkatle dinliyordu.
anlatan yaşlı dinleyense bir çocuktu henüz. öğrenmeye çalışıyordu. bir çaba içindeydi, öğrenme çabası. yaşlıların daha
çok bildiğine inanıyordu. bir ara bunun yanlış olduğuna inanmaya başladı; yani yaşlıların her şeyi bilmediğine, hatta
bir ara yaşlıların hiç bir şey bilmediğini bile düşündü, sonra bu da geçti… yaşamın, antik yunan uygarlığının, hatalar
zincirinin başlangıcı sayılabilecek bir yerde, bir zeytin ağacının altında ama belki sadece zeytin ağacının altında ve
gölgede olduğunu farkında dinliyordu gözlüklü ihtiyarı, bir yandan konuşan bir yandan biber toplayan ihtiyarı. ve adam
anlatıyordu her baharda pansiyonu baştan aşağı kireçle beyaza boyadığını ve bu "der spiegel" dergisinin bütün diğer
dergilerden farklı olarak yere serildiğinde alta hiç kireç geçirmediğini. turistler başka dergiler de bırakıyordu ama
hiç biri "der spiegeli" tutmazdı. o onları soba yakarken kullanıyordu. biber toplarken belli bir çizgi takip ediyordu
ama anlatırken özgürdü ihtiyar. bir yere kadar nedense turistleri tutuyormuş gibiydi ama uzun bir aradan sonra "onlar da
insan" deyince berikinin gene kafası karıştı. bu son cümleye önem veriyordu. söylerken ara vermişti biber toplamaya.
fidelerin arasında usta adımlarla dolaşıyordu, parlıyordu ara sıra elindeki tepsinin bir kenarı, biberler tok seslerle
doluyordu tepsiye, okuması yazması yoktu, yaşlıydı, anlattıkları birinci eldendi, önemine inanmıştı turistleri de insan
kabul etmenin ver "der spiegelin". çocuk ona bir sigara ikram etti. sigaraları yaktılar birlikte. çocuk için gölge,
antik yunan uygarlığını ve hatalar
zincirinin ve yaşamın başlangıcı sayılabilecek bir yerde. bir anlamda çocuk da ihtiyar kadar çaresizdi. yapacak bir şey
yoktu.
9. Alçakgönül
Bu yazı dizisine kibirle başladık ki en kötüsü budur. Her şeyin belki de en kötüsü. Kibir kör eder diye başlamıştı
notlarımız. Onun tam karşısına ne koyabiliriz: Alçakgönüllülük. Ah, bu da tatlı bir meltemdir insanın başındaki tüm
bulutları dağıtan, uzağı ve yakını çok daha berrak görmesini, etrafında olan biteni anlamlandırabilmesini sağlayan…
Kibir insanı ne kadar dibe çekerse alçakgönüllülük de o kadar yükseğe kaldırır ve hafifletir. Yıl içinde size izlettiğim
“spordaki şiddet” ile ilgili kontra kampanyayı hatırlıyor musunuz? Bunu yapalı hayli zaman geçti. Çok talihli bir
kampanyaydı da denebilir, çok talihsiz de. Nereden baktığınıza bağlı. Aynı kampanyanın talihli veya talihsiz olması
durumu tuhaf görünüyor değil mi? Çok değil, insanlar da hem şanslı ve hem şanssız olabiliyorlar. İngiltere-Türkiye milli
maçının devre arasında TRT’de yani bir ana akım kanalda ve en pahalı reklam saatinde gösterildi. Buna göre talihli, UEFA
yetkilileri ve Futbol Federasyonu ve bazı başka önemli kuruluşlarla yaşadıklarımıza bakarsak da talihsiz… Vakit kalırsa
buraya döneriz.
Bizim yaptığımız kampanyaların en uzun süre ana akımda izlenenlerinden biri sigara ve uyuşturucu ile ilgili
kampanyamızdı. Başta NTV olmak üzere birçok kanalda beş yıla yakın gösterildi. Bakalım hatırlayacak mısınız? Büyük
ihtimalle hatırlamayacaksınız. Çünkü her ne kadar ana akıma bir şekilde ulaştılarsa da reklamlar kadar sık ve çok farklı
ortamlarda görmediniz bunları.
Konuşmamın başında Mark Auge’dan bir alıntı yapmıştım tam da bunun için. Görmediğimizi unutuyoruz, bu kadar basit. Bana
unuttuğun şeyi söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Medyada ne görüyoruz, ne duyuyoruz: Al ye daha fazla daha güçlü daha
yeni daha büyük daha güzel daha çok… Dayanışma sözcüğü geçiyor mu? Paylaşma? Hayır. Dolayısıyla bu sözcükleri ve ne
anlama geldiklerini unutuyoruz. Şimdi belki bu sigara karşıtı filmlerin bir iki tanesine bakabiliriz, demode olmuşlar
mı( modası geçmiş mi) diye, korkunç bir eskime hızı var medyada, her şey göz açıp kapayana kadar yaşlanıyor. Bu
istenmeyen bir durum değil, herkes istiyor bunu. Her şey eskisin ki yenisi yapılsın, eskimese de yapılsın. Olmadı 4/3
oranını 16/9 yapar, bütün bir görsel tarihe “eski” yaftası yapıştırabiliriz. Demode; Fellini’ye bile. Arcand’a,
Tarkowski’ye. En azından onları eskitebiliriz böylece.
Konuşmamın başında Mark Auge’dan bir alıntı yapmıştım ve biraz önce , aynı duruma hem talihli hem de talihsiz
denebileceğinden bahsetmiştim; bu bir gerçek, gerçek işte biraz böyle bir şey; aynı dağa neresinden baktığınıza bağlı ;
bir yüzü kurak ve zorlu, öbür yüzü de yağışlı, yumuşak, verimli olabilir bir dağın. Ki tüm yüzleri güney ve kuzey
değildir bir dağın doğu ve batısı da farklı özellikler gösterebilir. Her şey için böyle bu.
Bir süredir önemli sözlükler yılın kelimesini seçiyor. 2017 yılının seçilen kelimesi ki bu bir tamlama, kelime değil-
“post truth” çoklukla gerçek sonrası diye tercüme ediliyor, bu da yanlış, hakikat sonrası demek aslında ve gerçekle
hakikat arasında hakikaten önemli bir fark var (nedir?). Bir iki yıl önce de “selfie” yılın kelimesiydi. Bu yıl bu
tamlamanın seçilme nedeni de aşağı yukarı şu: Günümüzde toplumlar somut verilerden yola çıkan derinlikli ve doğru
bilgiyle değil, medyadan ve internetten gelen, yani beslendikleri, dolduruldukları ana kaynaklardan gelen “şeylerle”
kanı oluşturuyor. Ben kendi adıma bu durumu yani bir toplumun ne idiği belli olmayan “şeylerle” genel bir kanı
oluşturması, yönlenmesi, yönlendirilmesi durumunu, bir başka deyişle derer yargılarını oluşturamamasını, değerlendirme
kriterlerini kaybetmesini çok (burası kişisel toplumun ırkçı veya aşırı sağ eğilimli olmasından daha) tehlikeli
buluyorum, ki bu hiç şüphesiz ne yeni bir söz ve ne de bana özgü bir düşünce. Tıpkı Post truth tamlamasının hiç de yeni
bir şey olmadığı gibi. Neden bu yılın tamlaması olarak seçildi acaba? Ne yani büyük kitlelerin kandırıldığı, ikna
edildiği, rızalarının üretildiği gerçeği yeni bir şey mi? Ya da propaganda yeni bir şey mi? Bu süreci biraz zorlarsak
mağara resimlerine kadar, kutsal kitaplara kadar geri götürmek mümkün. Birbirini etkilemeye çalışan iki insanla başlayan
bir süreç bu. Lütfen bu noktada kontrayı çok kısa bir iki özelliğiyle bir daha hatırlayalım: Bir kere neden kontra da
neden sosyal sorumluluk kampanyası değil? Çünkü bizim yaptığımız işin ne sosyal olmakla ne de sorumlukla hiçbir ilgisi
yok. Sorumluluk duygusuyla yapılan bir işi birçok açıdan kendimize uzak buluyoruz. Bir kere sorumluluk sahibi insanlar
değiliz, ikincisi sorumluluk insanın en azından bizim ilk fırsatta kaçacağımız, uzaklaşacağımız bir olgu gibi duruyor ve
üçüncüsü içinde gizli bir hiyerarşi barındıran bir kelime gibi ve bizim yatay eşitlikçi yaklaşımımızla çelişiyor. İyilik
yapmak da yine bizim işlerimizin hiçbir noktasında olmayan bir kelime, aynı nedenlerle. Birine, birilerine iyilik
yaptığın noktada ki biz bunu yapabileceğimizden de emin değiliz, iyilik yani iyilik yaptığın kişi ya da kişilerden üst
bir yerde olma ihtimaliniz kuvvetlenir. Belki bu nedenle Afrika’daki Live Aid konserleri hiçbir sorunu çözmedi ama çok
ünlü bir Bob Geldoff yarattı. Sanırım “Sir” de oldu. Bütün bunları yıl boyunca tartıştık.
Tam bu noktada tekrar bu post truth/hakikat sonrası meselesine gelelim. Netflix (bir kanal mı) 190 ülkede 80 milyon
üyesi tarafından 125 milyon saat izlenmiş olduğundan bu kuruluşun kendi verdiği rakamlar. Lütfen bir an için ana akım
televizyonlardan bize akan ses ve görüntü çağlayanının düşününüz. Bu çağlayanın gücünü düşününüz. Ve şimdi de
internetten bize akan ve ana akım medyaya oranla bir hayli daha az denetlense de gittikçe daha da kontrol edilebilir bir
propaganda aracına dönüşen sanal ortamı, interneti düşünün, bütün bunların birlikte çok büyük oranda çok uluslu ya da
ulusal büyük kapital ve devlet tarafından kontrol edildiğini düşünün. Özetle onlar, bu medyayı kurup belirleyenler biz
sıradan insanların ya bize büyük bir lütufmuş gibi koklata koklata verdikleri üç kuruş paramızın ya da oyumuzun
peşindeler. Bazen de her ikisinin birden ve aslında olan biten her şeye rızamızın peşindeler, olan bitene rıza
göstermemiz isteniyor. Bir diğer önemli gerçek de şu -ki bu yeni değil bu çok uzun zamandır isteniyor. İnsanlığın
posttruth’u ne zamandan beri yaşadığı ayrı bir tartışma konusu. Ana akım medya ve gittikçe artan bir şekilde kontrol
altına giren internet bu büyük hamleleri sürekli yaparken bizler yazdığımız yazılar, hiçbir yerde gösteremediğimiz
filmler, her gün bir diğeri kapanan derneklerle ne yapıyoruz. (Bu da bir diğer konu. Bu konuşmamın asıl ve en önemli
saptaması ve sorusu şu: Ana akım medya tüketimi artırmamızı öğütleyip dayatırken iş şirazesinden çıktı ve küresel ısınma
artık geri dönüşsüz noktalara geldi, açlık ve savaşlar ve potansiyel savaşlardan söz etmek, mültecilerden bahsetmek ne
kadar gerekli bilemiyorum ama bugün içinde bulunduğumuz “tüketim” anlayışına dünyanın dayanamayacağı kesin. Bugün bu
tüketim anlayışını, sömürüyü, savaşları durdurmaya niyetlendiğini varsaydığımız NGO/STK’ların da artık neredeyse sorunun
bir parçası olduğunu anlatan çok sayıda makale, araştırma, film ve yazı var. Önceki haftalarda izlediğimiz “Poverty
İncorporated” adını taşıyan ABD yapımı belgesel çok açık ve rakamlarla ortaya koymuştu. Afrika’da çalışan ABD NGO’lar
sorunları yalnızca büyütüyor. Hâlbuki tam zıt bir amaçla kurulmuşlardı.
Bugünkü tüketim anlayışımız sürdürülemez ama sürdürüyoruz. Sürdür diyorlar ve sürdürüyoruz: Cep telefonunuzla daha çok
konuş diyorlar daha çok konuşuyoruz, daha çok al diyorlar daha çok alıyoruz, mil biriktiriyoruz, puan biriktiriyoruz,
kontür biriktiriyoruz ama ne mutlu ediyor bu kontörler ne de dünyayı daha güzel daha eşit daha katlanılır hâle
getiriyor. Bu tüketim anlayışı yanlış olduğu için dünyaya da hayrı yok onu hızla tüketen bizlere de. Adorno belki de bu
yüzden Minima Moralia’da büyük bir perhiz gerektiğini söylüyor bu korkunç durumdan çıkmak için, tekrar kurşun kalemle
yazmaya dönmek gerektiğini söylüyor.
Temel olarak söylemek istediğim şu, bu çok bulaşıcı olan ve ne tüketen bize –ki tüketmemiz istendiği için tüketiyoruz,
ne de tükettiğimiz dünyaya bir haz veya fayda sağlıyor aksine mutsuzuz. Mutsuz ettiğimiz yüz milyonlarca domuz, inek,
levrek, tavuk ve çipura kadar mutsuzuz.
Bu tüketim anlayışının aynısını lütfen görüntü ve ses için düşünmeyi deneyelim. Görüntü ve ses yani internetten ana akım
medyadan billboardlardan metrodan otobüs duraklarından futbolcuların tişörtlerinden bize akan bu kısa uzun durağan veya
hareketli görüntülerin üretim ve tüketim süreçlerini düşünün netflixin 125 milyon saatlik içeriğini düşününüz. Ve tüm
dünya ana akım medyalarının biriktirdiği ve her gün üzerine koyarak biriktirdiği görüntü gezegeninin veya evreninin
düşününüz.
Burada, bu son yazıda yıl içinde çok sık konuştuğumuz bütün bu süreçlerin ve tüketim anlayışının yarattığı atık kısmına
ve Çin’e Hindistan’a eşikteki korkunç yeni çağın korkunç sayıda olacak olan göçmen yığınlarına ayrıntılı değinmeyeceğim.
Fakat on milyon Suriyeli karşısında Uygarlık kalesi AB’nin düştüğü zavallı ve bencil konumu düşünün ve önümüzdeki çeyrek
yüzyılda Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve su basan karalardan gelecek ikiyüzelli milyon mülteci karşısındaki
çözümsüzlüğü düşününüz.
Çok da dağılmaktan korkuyorum o yüzden yine lütfen bu dev görüntü ve ses bütününe dönelim. Düşünün lütfen, önünde hiçbir
engel olmadan her gün bizi yıkıyor baştan aşağı bu yığın. Bunun üretimin düşünün, bunu üretenlerin çalışma şartlarını
düşünün. 24 saat yayın yapan binlerce kanalı düşünün. Hayır böyle bir görsel ve işitsel üretim olamaz ve böyle bir
tüketim de olamaz. İnternetteki vahşi ölümcül oyunlara playstationa falan hiç girmiyorum. Bunlar bile arkaik kaldı
artık. Bu korkunç hızlı ve çok üretime üretenler dayanamaz ki dayanamıyor ve sürekli daha absürd daha kanlı ve daha
dramatik yapıdan uzak daha ucuz ve kalitesiz işler görüyoruz, bir odaya doldurulmuş on beş genci aylarca rızalarıyla
röntgenlemek. Çok ölüm ve vahşet görüyoruz ki bizi gittikçe daha az etkiliyor, daha az etkiliyor olması iyi bir şey gibi
görünebilir ama değil, alternatifi olmayan bir durum bu. Daha az etkiliyor derken daha az duygulanıyor ve daha az empati
kurabiliyoruz, yüreğimiz taşlaşıyor. İşte esas sorun bu, bu korkunç ve açıklanamaz hız sonucunda belki iki asır önceki
bireyin bir ömürde tükettiği görüntüyü birkaç günde tüketiyoruz. Bunun rıza üretimi sorununu büyükler adına tümden
ortadan kaldırdığını düşünüyorum.
Jann Assmann bizim her gün almak zorunda olduğumuz bu korkunç ses/görüntü duşundan nasıl etkilendiğimizi, tekrar tekrar
gördüğümüz ve tüketmeyi öneren, önde olmayı, diğerlerini ezmeyi öneren kurgulardan nasıl etkilendiğimizi Kültürel Bellek
kitabında şöyle açıklıyor;
“Her bağlayıcı yapının temel ilkesi tekrarlamadır.”
Şimdi bu fani dünyada herkes bir şeyler yapıyor, hiçbir şey yapamıyorsak organik domates satın alıyoruz veya internette
change org’da bir şeyler imzalıyoruz. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ama lütfen ana akımın gücünü düşünün, TRT’yi
BBC’yi, ZDF’yi arşivini, gücünü ve büyüklüğünü, stoklarını, çalışanlarının yetenek ve yaratıcılıklarını, maddi
güçlerini, manevi güçlerini, güvenlik güçlerini düşünün. Yalnızca yavaşça gerektiğinde birbirleriyle mükemmel bir dil
birliği kurabilen, iletişimi en üst seviyede gerçekleştiren sıklıkla hiyerarşinin üst basamaklarında son derece zeki ve
yetenekli insanların bulunduğu bu büyük gücü düşünü, kontrayı ve tüm yıl boyu tartıştığımız her şeyi unutun lütfen. Bu
büyük güç, bu ana akımın korkunç gücü satın alın diyor. Bunun karşısında durulabilir mi? Modanın en fazla atık üreten
endüstrilerden biri olduğunu biliyor muydunuz? Bilmiyorsanız da şimdi biliyorsunuz. Peki moda bize nasıl sunulur? Temiz,
güzel, farklı, özgün…
Örneğin Amerika bir siyahiyi dinleseydi Vietnam’da milyonlarca kişi ölmezdi veya portakal gazına maruz kalıp ölmekten
beter olmazdı. Bir tek adam çıktı ve her şeyi riske attı ve sonra binlerce insan onu takip etti. Ama ABD askerleri oraya
gitti, Muhammed Ali haklıymış dendiği noktada milyonlarca ölü gömülmüştü.
Ed Herman ve Noam Chomsky’nin önemli eseri Manufacturing Consent / Rıza İmalatı kitabında batı ülkelerinde medya
üzerindeki baskının azalması artık baskıya gerek kalmadığı, toplumun her anlamda istenen kıvama gelmiş olmasıyla
gerekçelendirilir ve toplumun medyanın istediği her doğrultuya, ideolojiye, görüşe yönlendirilebileceği sonucuna
varılır, oluşturulan bu uyumlu sürü şöyle betimlenir:
“Söylemek gerekli ve sana faydalı olduğu için bir şey söyler ve bir müddet sonra bu söylediğine inanırsın.”
Dolayısıyla kendini ana akımdan farklı konumlayan bizim temel sorunumuz bir yandan gerekli kaynaklar olmadığı için
yapamamak, üretememek, yaptığımızı gösterememek, okutamamak ama artık bir manası kalmayan kelamın ve haysiyeti kalmayan
görüntünün de anlamını sorgulamak. Bütün bunları yapmak alternatif alanda olanların birbirini yeme huyu yüzünden olması
gerekenden biraz daha zor oluyor elbette. Gerçekten de dayanışmanın en önemli örneklerini suç örgütlerinde ve dev çok
uluslu şirketlerde görüyoruz. Monsanto Bayer ile birleşti ve yeni pırıl pırıl hiç lekesiz bir isim aldı, kimse bilmiyor
bile. Bianel ve festivalleri bu yeni pırıl pırıl isimle destekleyecekler.
Gerçekten bu kadar az üretebilip gösterebildiğimiz görüntünün ve kelamın bu kadar büyük bir güce karşı -ki her
istediğini istediği kadar gösteriyor- bir anlamı kaldı mı?
Bu soru benim son sorum oluyor? Cevap aradığınız için aldığınız bu ders sorularla başladı ve bir soruyla bitti. Ama sizi
uyarmıştım. Benim hiçbir şeye cevabım yok diye. Yine de hayatın bana öğrettiği birkaç önemli şeyi paylaşayım en azından:
Hayattaki en önemli zenginliğiniz dürüst insanlarla sürdürdüğünüz dostluktur.
Yalan söyleyin, gerektiği zamanlar oluyor. Ama asla kimseye iftira atmayın.
Bir başkasının hakkını asla yemeyin.
Birinin hakkını yediğinizi nasıl mı bileceksiniz?
Bunu bilirsiniz. Bunu herkes bilir.
Sherry Turkle - Alone Together
Sevgiler.