7. OYUN OYNAMAK
Lou Reed “It is a Beautiful Day”
Belgesel: Sonsuza Dek Nükleer
Carsten Rau; 2020; Almanya, 94’
Sinopsis: Almanya 2022’de nükleer enerjiye sırtını dönüyor. Yine de ülkenin nükleer kabusu devam ediyor: on binlerce ton
radyoaktif atık ve nükleer santrallerin on yıllar alacak olan tehlikeli sökülme süreci. Carsten Rau’nun “Sonsuza Dek
Nükleer”i; insanlığın atom enerjisi rüyasına, henüz benzeri tasvir edilmemiş büyük sahnelerde ve iç içe geçmiş altı
bölümde hem derin hem de endişe verici bir bakış açısı getiriyor. Sonunda, izleyici nükleer güç denen çılgınlık hakkında
kendi izlenimlerini oluşturacak, oluşturmak zorunda kalacaktır. Bunun sonu yok.
Öykü
Hiç büyümeyen bir tanıdığım vardı. Büyüyemiyordu. Ama bunu isteyerek yaptığı iddiasındaydı yaşlanmak anlamından değil,
yaşlanıyordu tabi, hem de nasıl ama boyu büyümüyor ve inançları aynı kalıyordu.
İyi bir şairdi. Hiçbir şey yazmamasına ve sıkıcı konuşmasına rağmen bu çok belliydi. Acı çekmesine çekiyordu ve
şikayetçiydi: bütün gün elli dokuz model Bel Air’de oturan başı boynu elleri özgür adamdan, evinin bahçesinde ölmekte
olan bir çamdan, basık gök altında camlara deyecek gibi geçen üç beş martıdan ve başka şeylerden.
Aslında burnu sürekli uzayan bakkal çocuktan da rahatsızdı.
Araba Bel Air değil Plymouth’tu, arabadaki deli, bahçedeki ağaç çam değil gürgendi daha dikildiğinde ölü, martılar
denize dair hiç bir esin taşımıyorlardı ve burnu uzayan sadece bakkal çocuk değildi. Çocuğun annesinin babasının
dayısının yengesinin onun benim burnumuz da uzuyordu. Bir ara bir işe girmişti, oradan da atıldı.
7. OYUN OYNAMAK
Eğitimde çok ileri gitmiş ülkelerden biri Finlandiya, “eğitimi yeniden düşünmek: Finlandiya örneği” toplantısı iki yıl
önce, Finlandiya eğitim ve bilimden sorumlu devlet sekreteri Pilvi Torsti, CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,
eğitimciler ve akademisyenlerin katılımıyla Moda’da yapıldı. Bugün dünyanın ve özellikle Türkiye’nin gittiği yolun tam
tersini tarif etti Pilvi Torsti: Hocaya ve öğrenciye güven, özgünlüklere ve farklılıklara izin vermekten çok katkıda
bulunmak ve teşvik etmek. en temel iki belirleyen buydu. Ülkesi Olmayan Adam kitabında Kurt Vonnegut Jr. Şöyle diyor:
Nezaket kavramını ben de büyük yazar Kurt Vonnegut Jr. kadar önemsiyorum. Nezaket yok oluyor. Tıpkı aşk gibi. Vonnegut
birkaç yıl önce öldü. Onun kadar büyük bir yazar olan J. D. Salinger de öldü. Açık söylemek gerekirse yeteneğinin
büyüklüğünü neredeyse ürkütücü bulduğum ve bir tür esriklik içinde okuduğum yazarlardı her ikisi de. Şiirde de İlhan
Berk için bunu söyleyebilirim.
Kolaylıkla, zahmetsizce gözlemleyebildiğiniz gibi maalesef hayatta neredeyse hiçbir şey öğrenmediğim açıkça belli olsa
da yaşamla ve yazma faaliyetiyle ilgili çok önemli, eşsiz şeyleri onlardan öğrendim. Öğrenme üzerine çok anlamlı bir
tartışma olabilir bu konu: Fiction/kurmaca üzerinden öğrenme. Bir anlamda görsel işlerde de böyle bu durum, birçok
kurmaca filmden, belgesellerden öğrendiğimizden daha fazlasını öğreniriz. ABD tarihini de aslında Jack London, John
Steinbeck, John Dos Passos ve büyük yazar Kurt Vonnegut Jr.’den öğrendim. Öğrenme ve öğretme faaliyetinin belirleyenleri
şaşırtıcı olabiliyor bazen.
Şimdi birlikte bu konunun derinine girmek isterim. Bu yazıyı defalarca düzelttim. Birkaç yıl önce bu düzeltmelerden
birini yaptığım bir pazar günü de Howard Zinn’in ölüm haberini duydum ki bir haftada üst üste bu kadar kötü haber çok
saçma olabiliyor. Özellikle de hayatımızda yeterince saçmalık varken. İlhan Berk’i de yakın bir zamanda kaybetmiştik.
Dünya korkunç bir hızla çölleşiyor. Howard Zinn’in yazdığı Amerika tarihine benzer kalitede, benzer üstün ahlak
niteliklerine sahip ve kendi ulusuyla ilgili insanların duymak istemedikleri tarihi gerçekleri büyük bir cesaretle tek
tek yazabilen kaç tane tarih kitabı var acaba. (A People's History of Usa)
Hem öğrenmenin ve hem de hayatın niteliğini ve niceliğini belirlemekte çok önemli olabilecek ve çok da iddialı iki
kavram ele alalım: Oyun ve oyunla hiç uyumsuz gibi görünen bir başka çok önemli kavram reklam. Reklam satın alma
dürtüsünü tetikliyor ve mal ve hizmetin özelliklerini, daha doğrusu satın almayı öğretiyor. Bu iki kavramın
kitleselleştiğini düşünelim, oyun ve reklamın. Ki öyle. Her iki kavram dünyanın yakın ve uzak geleceklerini belirlemek
anlamında önemlidir. Ekolojik, politik, stratejik geleceğini. Yine her ikisi için de şunu söylemek olasıdır: Kavramın
içine aldığı, ilişkide olduğu insan sayısını ne kadar arttırırsanız kalitede o kadar sorun çıkar ve kalite o kadar
düşer. Bir hizmetten yararlananların sayısı kaliteyi belirleyen önemli unsurlardan biridir. Oyunun kalitesini.
İlgili insanlar çoğaldıkça kalitenin arttığı tek kavram dayanışmadır herhâlde. Kapitalist sistemde kaliteyi yükseltmenin
temel tetikleyicilerinden biri paradır. Çok uzun bir süre ümitle beklediğimiz sosyalist dünyada biz bu belirleyenin
“dayanışma” olduğunu düşünürdük. Orada da kaliteyi korku ile yükseltiyorlarmış genelde ve bu kapitalizmi bile tercih
ettirecek kadar korkutucu bir durum. Kavramla ilişkili olan, kavramdan yaralanan, kullanan, beslenen kitlenin sayısını
zorlayarak artırdığınız zaman kalitenin yanı sıra aktivitenin biçimi de değişir.
Örneğin futbolu düşününüz, aktif kitlenin sayısı belli bir noktada durmak zorundadır, yirmi iki kişidir bu sınır. O
zaman statları çoğaltır büyütür ve çok geniş bir kitleyi izleyici oyununa, miş gibi mış gibi yapma oyuna razı edersiniz.
Onları gittikçe daha büyüklerini inşa ettiğiniz tribünlere doldurursunuz ve kalanları de ekranlarının başına
toplarsınız. Hiç şüphesiz onların oynadığı oyunla sahadaki 22 kişinin oynadığı oyun hiçbir anlamda aynı değildir. Bu
nedenle de seyirciler, yani daha gevşek dokulu, daha kalabalık ve daha kalitesiz oyunu oynayanlar kadife pantolonlarının
üzerlerine forma giyebilirler, sigara içebilirler ve maça gelmekten bile vazgeçebilirler. Sahada işler farklıdır. Her
şey oyunun kurallarına daha uygundur ve dolayısıyla alınan zevk de daha yüksektir. Ama diyeceksiniz şike var. Bunlara
girmeksizin biraz ilerleyelim. Sahada işler tribünden farklıdır. Bir futbol maçını ellişer kişi oynayamazsınız. Oynamaya
kalkarsanız o oyun oyunluktan çıkar ve birçok kişi oynamaktan vazgeçer.
Yaşamın oyundan uzaklaşması insanın karşı karşıya kalabileceği en ciddi sorunlardan biri diye düşünüyorum. Oyun çok
ciddi bir faaliyet olduğu için de bu çok kolay gerçekleşebilecek bir tehlike. Eğer yaşamı oyun olarak ve oyunun içinde
tutabilirsek hayat sürer.
Türkiye, İsveç ya da Norveç’te gerçekleşen intiharların çokluğunu tek bir şeyin azlığına bağlayabiliriz: Oyun. Ya da
mutluluk. Dilbilimsel olarak hangi kültürden ya da dilden gelirse gelsin oyun tınısında barındırdığı gevşekliğin tam
aksine çok ciddi bir meseledir. Mutluluk bugüne kadar bu denli hafif olduğunu düşündüğümüz bu çok ciddi ve önemli
kavramla ayrılmaz bir bağlantı içindedir. Üstelik oyun: bu kolay, hoş, hafif ve önemsiz gibi belleklerimizde yer eden
kelime çok kolay bozulabilen çok hassas bir yapıya sahiptir.
Yükseköğrenim (üniversite) de bir oyundur. Kuralları vardır, zorunlu değildir özgürce razı olunan, ama tamamen emredici
kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekân sınırları içinde gerçekleştirilen, bir amaca sahip olan, bir gerilim ve
sevinç duygusu içinde ‘alışılmış hayat’tan ‘başka türlü olmak’ bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem veya faaliyettir
eğitim. Kurallarını değiştirirken çok dikkat etmek gereken bir oyun, nitelikli her oyun gibi. Eğitim zaten mıncıklana
mıncıklana aslından hayli bozulmuş bir hâldedir ve onu daha da değiştirmek hayli sorunlu sonuçlara neden olabilir.
Herhangi bir gerçek oyun oynarken sık yaşanan bir sorun nitelikli oyuncu azlığıysa bundan daha sık yaşanan bir sorun da
niteliksiz oyuncu fazlasıdır. Kitleselleşen, dolayısıyla nicelik ve nitelik olarak farklılaşan, kalitesizleşen oyunlar
için hep ikinci tehlike daha önemlidir: Turizmde böyledir, eğitimde böyledir, oyunun kendisinde böyledir. Yeterli
özellikleri taşımayan ama haddinden fazla sayıdaki oyuncuyu oyunda tutmak için kaliteyi sürekli olarak aşağı çekmek
çözüm değildir. Bir evvelki cümledeki oyuncu kelimesi yerine öğrenci ya da ziyaretçi (turist) kelimelerini kolayca
koyabilirsiniz. Oyun kalitesizleştikçe insanlar oyunu terk edecek ya da zevk almayacaklardır. Almıyorlar da. Oyunu kuran
ya da hakem olan biri olarak bir turizmci, bir eğitici olarak bu benim için çok önemli bir sorun değil (that’s not my
problem) onları yeterince gürültüye tabii tutuyorum ve onları yeterince sıkışık hâlde tutuyorum, onların üzerinden
yeterince para kazanıyorum ve onları yeterince mutsuz kılıyorum (nefislerini köreltiyorum) diyemezsiniz. Mutsuzluk
bulaşıcıdır ve oyun sanıldığının aksine çok ciddi bir iştir, oyun bozulunca her şey bozulur.
Spordaki ilgili kalabalığı tribüne ve ekran karşısına çıkararak, turizmdeki kalabalığı ‘hepsi içinde’ yöntemiyle
ellerine sıcak birer bira verip ucuz otellere doldurarak çözmeye çalışmak bir çözüm değil. Eğitimdeki sorunların çözümü
altyapıyı geliştirmeden daha fazla öğrenci almak, kapitalizmin yarattığı sorunların çözümü de reklam değildir. Bu sorunu
reklam çözemez aksine reklamdaki kandırmaca oyunun yapısındaki rakibi şaşırtmaya yönelik kandırmacadan farklı ve daha
sert bir şeydir. Reklam oyunu, kültürü ve yaşamı zenginleştirmez çölleştirir. Reklam sürekli maruz kaldığımız ve
duyularımızı felç eden gürültünün ta kendisidir.
Oyun birçok anlamda çok kolay hasar görebilen bir şeydir. En önemli oyun alanlarından biri sanattır. Besteciler de çok
güzel bir oyunun oyuncularıdır ama aslında insanın son derece nitelikli seslere aynı anda maruz kalması hâli de bir tür
gürültüdür. Aynı anda verildiğinde bir Schopen eseri, Dire Straits’in bir şarkısı ve Ali Ekber Çiçek’in Haydar Haydar’ı
da gürültüye dönüşür. Dahası bunların insan kulağının duyabilme alt ve üst sınırlarından birini zorlar yapıda sunumu da
gürültüdür. Buradaki sunumlar ve ürünler adı geçenler gibi çok nitelikli olsa bile sunumdaki sorun onları gürültüye
dönüştürür. (geceleri Türkiye’nin deniz gören her yerinde olan bundan daha kötü bir şeydir: Niteliksiz birçok ses
birbirine karışmaktadır. Ses ile ilgili bu tespitlerin tümü görüntü için de geçerlidir. Sokaklara bakınız, kent
girişlerine bakınız, televizyon, gazete ve dergilere bakınız. Gürültüyle mutluluk arasında ters bir orantı vardır.
Gürültüyle uygarlık arasında ters bir orantı vardır.) Gürültü arttıkça uygarlık azalır. Gürültü bir işkence yöntemi
olabilir olmuştur da ve bireyde yol açtığı hasarın aynısını toplumda da yaratır. Uygar olmamak veya olmakla gürültü
arasında ve dolayısıyla oyun arasında önemli bir ilişki vardır. Gürültü olan yerde oyun oynayamazsınız. (gürültüyü tüm
anlamlarıyla, çok geniş manada düşününüz lütfen).
“İnsan”, çoğu doktrin ve düşünür acısından bir canlı› türünü belirlemeyi aşan bir anlam manzumesiyle yüklüdür. Bu
yüklemlerin, meşrebe göre değişmek üzere çok sayıda olması, “insan” kavramını en karmaşık, çözümlemeye en az yatkın
anlamsal kürelerden biri hâline getirmektedir; öylesine ki, kavram çoğu zaman ve çoğu kimsenin gözünde simgesel bir
içerik kazanmakta, hatta ülküsel bir çerçevenin parçası hâline gelmektedir. Ancak kavramın veya simgenin bu içerik
zenginliği, bizatihi nesnesinin de karmaşık olmasını gerektirmemektedir. Hemen her kavramın başına geldiği gibi, burada
da var olan ile olması istenilen, umulan, beklenen, uğruna kan ve gözyaşı dökülen aynı ifade bütünü içinde bir araya
getirilmiştir. Bu yüzden “insan” çoğu kimse açısından, bir “ondan beklenenler” programı olarak ortaya çıkmaktadır.
“İnsan”dan beklenenlerin başında ise, “ciddiyet” gelmektedir. Çünkü, gene hemen her doktrin “insan”a bu misyonu
yüklemektedir ve misyon kavramının tamamlayıcısı ise, hemen her seferinde ciddiyet olmaktadır. Ciddiyetin zıttı da,
genel olarak “oyun” kavramının içinde görülmektedir.
Oysa Huizinga, iyi kumaştan bütün düşünürler gibi, bu yerleşik kabullerle hesaplaşmaya şaşırtarak başladığı eserinde,
oyunun insanın temel özelliklerinden biri olduğunu ortaya koyarken, aynı oyunun kültür yaratıcı işlevini gözler önüne
sermekte ve asıl önemlisi, oyun-ciddiyet zıtlığını gayet ikna edici bir şekilde reddetmektedir çünkü oyun da son derece
ciddi olabilir.
Yüzyılımızın en büyük tarihçi ve düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Johan Huizinga, bu eski tarihli ama eskimeyen
kitabında karşımıza bir “oyuncu insan” tablosu çıkarmakta ve bu örnek tipin hukuktan, savaştan, şiir ve felsefeye varana
kadar, kültürel hayatın hâlâ her yerinde görülen varlık ve kimliğini ortaya koymaktadır. Bir sunuş yazısında kitabın
içeriğini gündeme getirmenin anlamı ve yararı yoktur, fakat bu çalışmanın derinlemesine çözümlemelerinin, toplumsal
bilim araştırmalarına yaptığı yöntemsel katkıları vurgulamanın kesin zorunluluğu bulunmaktadır. Huizinga, oyun kültür
karşılıklı ilişkisini dilsel kanıtlardan itibaren sürdürüp, sonunda çağdaş uygarlığa ulaşırken, hemen hemen bütün
toplumsal bilim verilerini kullanmaktadır. Huizinga’nın çalışmasının en önemli özelliğini bu nokta oluşturmaktadır. Bu
kitabın ilk yayınlanma yılı olan 1938’de, her toplumsal bilim kendi küçük vatanını, çekildiği surların arkasından
korumaktaydı. Oysa, üstat büyük bir uzgörüşlülük ve bilimsel sezgiyle (buna bilgelik de demek mümkündür), toplumsal
bilimlerin ancak bütünsellikleri içinde ve tek bir bilim olarak ele alındıklarında yöntemsel bir tutarlılığa sahip
olabileceklerini görmüştür. Bugün, henüz emekleme aşamasında olsa bile, toplumsal bilimler birleşme ve bütünleşmeye
doğru bir çaba, mesafe ve alan kazanmaktadırlar.
Gerçekten de ilerleyen süreçlerde çok daha sık içine girmeye çalışacağımız iki yapıdan söz etmek gerekiyor burada ve
dikkatle ilerlemek: İnsanı diğer yaratıklardan ayıran özellikler, antropolojinin, zoolojinin, biyolojinin ciddiye aldığı
ana temalardan biridir. Diğer insansılardan ayrılarak bugüne gelen atalarımızın ilk taşı yontup avladıkları hayvanın
etini kesmesinin üzerinden iki milyon yıla yakın bir süre geçti ve günümüzün çok karmaşık toplumsal yapısına ulaşıldı.
İçinde cep telefonlarının, robot hizmetçilerin, birkaç saniyede her türlü görüntü mesaj, makale ve parayı dünyanın
istenen her yerine ulaştıracak tekniklerin, plastiğin, köleliğin, en korkunç hastalıkların tedavilerinin, sömürünü,
açlığın, yalanın ve en yüce paylaşımların, dayanışmanın bulunduğu çok karmaşık bir yapı bu. Bütün bu süreç içinde insan
bir yandan yapıları oluşturdu ve bir yandan da oyun oynamayı sürdürdü.
Oyun biterse yaşam biter.
Yürütme, yasama ve yargı erklerini ve bunların birbirini dengelemek için incelikle kurulmaya çalışılan yapılarını
düşünün. Aşıları düşünün, mikrobu kandırmaya çalışan bir anlayış değil midir aşı? Bir önceki cümlede saydığımız erklerin
yapıları ve ütünü bir satranç oyununa benzetilebilir mi? Yani şunu söylemek olası mıdır, elektriği bulmak, icatlar,
buluşlar, keşifler içinde oyun barındırmaz mı? Bir kıta bulmak için yola çıkmak ciddi bir iş midir? Çok ciddi birinin
yapacağı bir iş gibi gelmiyor düşününce; zenginleri ikna etmeye çalışmak, gemiler yapmak, içini gıda su ve silahla
yüklemek ve hiç bilinmeyen sulara doğru yola çıkmak. Dolayısıyla toplumsal yapının kuruluşu ve güçlenerek
karmaşıklaşması, icatlar, buluşlar yani tüm ciddi işler içinde oyun barındırır.
Oyun çok ciddi bir iştir.
Şöyle bir soru akla gelebilir Peki her şey bir oyunsa sorun nerede? Sorun zaten hayli zorlanmakta olan toplumsal yapının
içindeki oyunların son kurallarının da yıkılmasında. Günümüzün toplumlarına genel bir bakış korkutucu sorunlar sergiler:
Norveç’te dünya ekolojisinde büyük bir yıkım yaşanması durumuna karşı 3 milyon çeşit tohum için Tohum Bankası bulunuyor.
Banka, nükleer saldırı ve tsunami tehlikelerine karşı korunaklı bir kaya içerisinde bulunuyor. Felaket senaryolarına
önlem amacı ile Kuzey Buz Denizi'nde Svalbard Takımadası’ndan bir adada kurulan Svalbard Dünya Tohumlar Bankası, kaya
içinde 120 metrelik derinlikte, nükleer saldırıya ve okyanus düzeyinin yükselişine karşı dayanabilecek şekilde inşa
edildi. Ama önümüzdeki binlerce yıl ısının hiç değişmeyeceği bir yere kurulan tohum bankası 2017 yılında sular altında
kaldı. Çad, Sudan artık sürekli hâle gelen açlıkla ve iç savaşla mücadele ediyor. 2060 yılında okyanusların tümünde
ticari yani yenebilecek balık kalmayacak ve plastik adalar oluşacak. ABD hariç tüm dünya ülkeleri salınımlarını azaltma
sözü vermiş olsalar da 2017 Kasım ayı dünyada ölçülen en yüksek CO21 oranı. Rüzgâr enerjisi için kurulan
rüzgârgüllerinin en büyük olanları kalp rahatsızlıklarına yol açıyor ve çıkardıkları çok düşük frekanslı sesler
psikolojik rahatsızlıklar yaratıyor. Avustralya’nın en önemli zenginliği ve dünya mirası mercan resifleri ölüyor. Üçte
biri öldü. Bütün bunlar yetmezmiş gibi dinler arası nefret tarihte hiç görülmemiş bir boyuta ulaştı. Oyunu kuralları
tamamen rafa kaldırıldı ve oyun kuralsızlaşıyor, korkunç olan ve hayli tutarlı tahminse kuralları yok ettikçe oyunun
daha oynanamaz olacağı yönünde. İşçi haklarının önündeki engeller, adaletin önündeki engeller, sömürünü yok edilmesi
çabalarının önündeki engeller, hakça bir paylaşımın önündeki engeller azalacağına artıyor. Dünyanın sınırlı kaynaklarını
israf etmeyi ve tüketmeyi ana motto olarak kabul eden bir ideoloji hakimiyetin arttırdıkça sosyal ve ekolojik atık ve
israf artıyor. Dünya ve insanlığa sunduğu ürünler bu tempoya, bu tüketime yetişemiyor. Bu azalma adaletsizliği daha da
artırıyor. Çünkü tüm dünya bir olağanüstü hâl yaşıyor. Bu olağanüstü hâlden de bu sömürüyü yaratan ve oyunun kurallarını
sürekli ihlal ederek bundan avantaj sağlayanlar yararlanıyor:
Şimdi bir başka ciddi konuya geçelim, Yasemin Özdek’in bahsettiği sorunlu gerçekliği yaratan durumun aslında oyunun
kurallarının bozulması olduğu açık, o vakit oyun üzerine biraz bilgilenelim:
Bunlar, bir tür ayini andıran tavır ve jestlerle birbirlerini oyuna davet ederler. Yavru köpek, oyun oynadığı arkadaşının kulağını ısırmayı yasaklayan kurala uyar. Sanki korkunç öfkeliymişler gibi davranırlar, ama bütün bunların içinde, özellikle, aşırt ölçüde bir zevk almakta ve eğlenmekte oldukları açıktır. Ancak, coşku içindeki yavru köpeklerin bu tür oyunları, gene de, hayvan eğlencesinin en ilkel biçimlerinden biridir. Bu oyunların çok daha üstün nitelikli ve sonsuz derecede daha gelişmiş olanları vardır: Hakiki müsabakalar ve seyirciler için canlandırılan güzel sahneler.
Burada çok önemli bir noktayı hemen belirtmek uygun olacaktır. Oyun, en basit olanlarında ve hayvan hayatının içinde bile tamamen fizyolojik, bir olgudan veya fizyolojik olarak belirlenen psişik bir tepkiden daha fazla bir şeydir. Bizatihi oyun olarak, tamamen biyolojik veya en azından tamamen fiziksel bir faaliyetin sınırlarını aşmaktadır. Oyun anlam bakımından zengin bir işlevdir. Oyunda, yaşamın doğrudan gereksinimlerini aşan ve eyleme anlam katan bağımsız bir unsur "oynamaktadır. Her oyun bir anlam taşımaktadır. Eğer, oyuna bir öz yükleyen bu faal ilkeye zihin dersek aşırıya kaçmış oluruz; eğer ona içgüdü dersek hiçbir şey söylememiş oluruz. Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, oyunun bu "kasıtlı" karakteri, bizatihi özünün içinde yer alan maddi olmayan bir unsurun varlığını açık etmektedir. Psikoloji ve fizyoloji, oyunu hayvanlarda, çocuklarda ve yetişkin insanlarda gözlemek, tasvir etmek ve açıklamak için çaba sarf etmektedir. Bu bilim dalları oyunun doğasını ve anlamını saptamaya ve onun hayat düzlemindeki yerini belirlemeye uğraşmaktadır. Bu yerin önemi, oyunun yerine getirdiği işlevin gerekli veya hiç değilse yararlı karakteri, genel olarak ve çelişkisiz bir şekilde, her bilimsel araştırma ve incelemenin hareket noktası olarak kabul edilmiştir. Oyunun bu biyolojik işlevini tanımlamaya yönelik çok sayıdaki girişim birbirlerinden oldukça farklılaşır. Kimileri oyunun kökeninin ve temelinin, yaşam enerjisi fazlalığından kurtulmanın bir biçimi olarak tanımlanabileceğine inanmıştır. Başka teorilere göre ise, canlı varlık oyun oynarken, doğuştan gelen bir taklit eğiliminin hükmü altındadır; veya bir gevşeme ihtiyacını tatmin etmektedir; veya hayatın ondan talep edeceği ciddi faaliyetlere hazırlık antren inanı yapmaktadır; ya da oyun, insanın nefsine hâkim olmasını sağlamaktadır. Daha başka varsayımlar da, oyunun kökenini hem egemenlik kurma arzusu hem de yarışma ihtiyacı içinde, bir şey yapabilmeye veya bir şeyi belirleyebilmeye yönelik olan kendiliğinden yatkınlıkta aramaktadırlar. Nihayet diğer bazı teoriler, oyunu zararlı eğilimlerden masum bir şekilde kurtulma yolu olarak kabul etmektedirler; yani bunlara göre oyun ya fazlasıyla tek yanlı olarak hareket etmeye yönelten bir eğilimin zorunlu telafisidir, ya da gerçek hayatta gerçekleştirilmesi olanaksız arzuların bir kurmaca aracılığıyla giderilmesi ve böylece kişisel benlik duygusunun korunmasının sağlanmasıdır.
Bütün bu açıklamalar ortak bir hareket noktasından yola çıkmaktadır: Oyunun oyun olmayan başka bir şey karşısında ortaya çıktığı ve bazı biyolojik beklentilere cevap verdiği varsayımı. Bu açıklamalar oyunun nedenini ve amacım araştırmaktadır. Bu soruna verilen cevaplar birbirlerini hiçbir şekilde dışlamaz. Belirtilen bütün açıklamaları, can sıkıcı bir kavram kargaşasına düşmeksizin, birbiri ardına kabul etmek mümkündür. Buradan, bütün bu açıklamaların kısmi olduğu sonucu çıkmaktadır. Eğer aralarından biri gerçekten eksiksiz olsaydı ötekileri dışlar veya onları içerir ve üst bir birim içinde özümlerdi. Bu açıklama girişimlerinin çoğu, oyunun bizatihi, kendi olarak doğası ve oyuncular için taşıdığı anlam üzerinde ancak ikincil olarak durmaktadır. Bunlar oyuna, öncelikle estetiğin derinlerine demir atmış olma niteliğine hiç dikkat etmeden, hemen deneysel bilimin ölçü aletleriyle yaklaşmaktadırlar. Gerçekten de, oyunun asıl özü tasvir bile edilmemiştir. Getirilen her açıklamanın karşısında, şu soru geçerliğini korumaktadır: Tamam öyle olsun, ama sonuçta oyunun "zevkli yanı" nedir? Bebek neden zevkten bağırır? Oyuncunun neden hırstan gözü döner, neden binlerce kişi kalabalık futbol maçında çılgınlığa varan bir heyecan yaşar? Oyunun yoğunluğu hiçbir biyolojik çözümleme tarafından açıklanabilmiş değildir. Ve zaten oyunun özü, tamamen onun kökeninde yer alan yanı, tam da bu yoğunlukta, bu aşın tahrik etme gücünde bulunmaktadır. Eğer mantıksal açıdan bakılırsa, doğanın kendi yarattıklarına gereksiz enerjileri sarf etmeye, gerilimden sonra gevşemeye, hayatın gereklerine hazırlanmaya ve gerçekleştirilmesi en güç olan arzuları telafi etmeye yarayan tüm bu işlevleri, basit uygulamalar ve mekanik tepkiler halinde verebileceği düşünülebilirdi. Bunun tamamen tersine, doğa bize oyunu, heyecan, sevinç ve "matraklıkla" (grap) birlikte vermiştir. Bu sonuncu unsur, yani oyunun "zevkli yanı" (aardigheid) tüm çözümlemeleri veya mantıksal yorumlamaları reddeder. Aardigheid kelimesi bu açıdan çok anlamlıdır. Bu kelimenin aard (doğa, karakter) olan kökü, fikrin daha derin bir açıklamaya indirgenemeyeceğini göstermektedir. Bu indirgenemezlik özelliği, İngilizlerin gündelik dillerine henüz girmiş olan fun kelimesinde olduğu kadar, bizim modern dil duygumuz için bu denli çarpıcı bir şekilde hiçbir yerde ifade edilmemiştir. Bizim Hollanda dilindeki grap ve aardigheid kelimelerinin meydana getirdiği bütüne, Almancanın hem Spass'ı, hem de Witt'i denk düşmekteyse de bu, farklı gelişmelerin sonucudur. Fransızcada bu kavramın bir karşılığı bulunmaması ilginçtir. Oysa bu unsur tam da oyunun özünü tanımlayan şeydir.
Oyunda, hayatın herkes tarafından hemen tanınabilen ve kesinlikle temel bir kategorisiyle karşı karşıyayızdır. Oyunu, kelimenin modern anlamında bütünsellik olarak adlandırabiliriz; ve oyunu bütünselliği içinde kavramak ve değerlendirmek zorundayız. Oyun herkes tarafından gözlenebilir bir olgu olarak, aynı anda hem hayvanlar âlemini, hem de insanlar âlemini kapsamaktadır. Bunun sonucu olarak, hiçbir rasyonel ilişki üzerinde temellendirilemez; çünkü akla dayandırılması onu insanlar âlemiyle sınırlandıracaktır. Oyunun varlığı hiçbir uygarlık basamağına, evreni kavrayışın hiçbir biçimine bağlı değildir. Her düşünen varlık, dili oyunu tanımlayacak genel terime sahip olmasa bile, bu oyun ve oynama gerçeğini bizatihi bağımsız bir şey olarak tasarlayabilir. Oyunun varlığı inkâr edilemez niteliktedir. Hemen hemen bütün soyut bizatihilikleri -adalet, güzellik, hakikat, zihin, tanrı- inkâr etmek mümkündür. Ciddiyet de inkâr edilebilir, ama oyun asla. Ama oyunu kabul etmek, istense de istenmese de tini kabul etmek demektir. Çünkü özü ne olursa olsun, oyun, madde değildir. Daha hayvanlar âleminde bile fiziksel hayatın sınırlarını aşmaktadır. Sadece güç etkileri tarafından yönetilen bir dünyaya ilişkin determinist anlayışın bakış açısından, oyun, kelimenin tam anlamıyla superabundans 'tır, yani gereksizdir. Yalnızca, mutlak determinizmi devre dışı bırakan tinsel soluk oyunun mevcudiyetini mümkün, kavranabilir ve anlaşılabilir kılmaktadır. Oyunun varlığı, bizim evren içindeki konumumuzun mantıküstü karakterini sürekli ve en yüksek anlamıyla ortaya koymaktadır. Hayvanlar oyun oynayabilirler: Demek ki sadece mekanik şeyler olmanın çok ötesindedirler. Biz de oynuyoruz ve oynadığımızın bilincindeyiz: Demek ki biz de sadece akıllı varlıklar olmanın ötesindeyiz; çünkü oyun irrasyoneldir.