3. ŞİDDET
Keith Jarrett“At the Deer Head Inn”
Janis Joplin “Piece of My Heart”
Öykü: Havalar Isınınca
Sabah haberlerinde sunucu o gün ısının yetmiş üç dereceyi göreceğini söylerken radyo teklemeye başlar ve
sonra düzelir;
elektrikler kesilince otomatik olarak pille çalışan çok modern bir aygıttır, kahve makinesi durunca anlarsınız
elektriklerin kesildiğini.
Klimalar durmuştur, eşitlendiğinizi hissedersiniz etrafta, sokaklarda dolaşan Orta Doğulu halkla. Bu his
teorideki kadar
tatlı değildir, korkunç bir ter basar tüm vücudunuzu. Üç çocuğu ve mutfağında üç ayrı çöp tenekesi ve üç yüz
elli
metrekare bir evi olan, siyahileri, Kürtleri ve tüm mültecileri seven İsveçli bir CEO’sunuz ve elektriksiz
geçen son
birkaç günün sonunda çok kısa bir süre içinde memlekete, yani İsveç’e dönmeyi düşünmektesiniz. “Hayatımın
sonuna kadar
bir daha soğuktan ayrılmayacağım.” diye yemin etmektesiniz. Ama sıcak ve getirdiği seller ve yükselen deniz
sizin
hayatınızın sonunu bile garantilemiyor. Bırakın plastikleri, camları ve organik çöpü farklı çöp kovalarına
atmayı
öğrettiğiniz üç çocuğunuzu, sizin bile hayatınızın bundan sonraki yokuş aşağı kısmı garantide değil. İsveç de
yükselen
sular ve eriyen buzullardaki vahşi yaşamın tamamen yok oluşuyla savaşıyor. Kutup ayıları tümden yok oldu.
Balon
balıkları Akdeniz’den gelmiş ve fiyortlardaki canlı ve yenebilir tüm canlıları kasıp kavuruyor. Metan gazı
salınımı
ürkütücü boyutlarda.
Şirketi arayıp artık İsveç mayınlarının satışı ile ilgili Orta Doğu’da görevlendirmek üzere başka bir CEO
bulmaları
gerektiğini söylemeniz gerekiyor. Yaşamı ve tüm mültecileri seviyorsunuz, seviyorsunuz ama bir Yunanlı,
Brezilyalı veya
lalettayin bir dünya vatandaşının bir diğerini sevdiği gibi değil, nasıl söylesem, tabir caizse petlerinizi
sevdiğiniz
gibi seviyor ve bir an önce Orta Doğu’daki işinizden ayrılmaya çalışıyorsunuz.
Bob Dylan “Serve Somebody”
Jerzy Kosinski “Boyalı Kuş”
Şirket - Corporation
Mark Achbar, Jennifer Abbott
Kanada, 2004, 147’
Kurgu: Jennifer Abbott
Yapımcı: Mark Achbar, Bart Simpson
Müzik: Leonard J. Paul
Ses: Velcrow Ripper
Sinopsis: Bundan yüz elli yıl önce şirket görece önemsiz bir varlıktı. Bugün ise şirket canlı, dramatik ve
hepimizin hayatına
nüfuz eden bir varlığa sahip.Aynı başka zaman dilimlerinde ve yerlerdeki Kilise, Monarşi ve Komünist Parti gibi
günümüzün egemen kurumu da şirket. Fakat tarih bu egemen kurumlara haddini bildirmeyi bilir. Tarihteki bütün
egemen
kurumlar ezilmiş, küçük görülmüş ya da yeni bir düzenin parçası olmaya itilmiştir. Şirket, tarihe meydan okuyan
ne ilk
ne de son kurum. Yönetmenler Mark Achbar ve Jennifer Abbott bu karmaşık ve bir hayli eğlenceli belgeselde,
şirketin
gittikçe artan üstünlüğünün geniş bir alana yayılan etkilerini inceliyor. Joel Bakan’ın Şirket: Kâr ve Güç
Peşindeki
Patolojik Kurum adlı kitabından uyarlanan film, CEO’ları, şirketteki usulsüzlükleri gerekli merciilere
bildirenleri,
simsarları, guruları, ajanları, oyuncuları, piyonları ve bilirkişileri şirketin içsel işleyişini, merak
uyandıran
tarihini, tartışmalı etkilerini ve olası geleceklerini grafik ve merak uyandıran bir yolculukta açık etmeye
davet eden
tam zamanında çekilmiş, eleştirel bir belgesel. ŞİRKET, belli ekonomik amaçlara ulaşmayı hedefleyen bir kurumun
inanılmaz yükselişini gösterirken ayrıca bu yenilmez addedilen güce karşı kazanılan zaferleri de
anlatıyor.
Yönetmenler:
Mark Achbar, belgesel sinemanın en önde gelen isimlerinden biri olarak, ana akım sinemalar, TV, DVD ve internet
aracılığıyla geniş bir uluslararası izleyici kitlesine ulaşmıştır. Bugüne kadar yapılmış en başarılı Kanada
belgeselleri
olan “Manufacturing Consent: ‘Noam Chomsky and the Media'”, ve ‘Corporation’ filmlerinin yapımcı ve
yönetmenliğini
üstlenmiş olan Achbar’ın yapıtları, radikal eleştirileri toplumun anlayacağı bir dille yansıtmayı başararak pek
çok
saygın ödül kazanmış ve filmlerinin gösterimleri gişe rekorları kırmıştır.
Jennifer Abbott kültürel normları patlatmak ve dünyada değişimi teşvik etmek için film çekmenin büyüsüne
kapılmış
Kanadalı bir yönetmen, yazar ve kurgucudur. Abbott’ın en bilinen işi yönetmenlerinden biri olduğu ve kurgusunu
yaptığı
büyük beğeni kazanan, bol ödüllü The Corporation’dır. Abbott şu sıralarda, bir kadının
dört
evsiz ve uyuşturucu kullanısıyla kurduğu dostluğun sekiz yıllık yolculuğunu anlattığı uzun metraj belgeseli Us
and
Them’in yazım (Krista Loughton’la beraber), yönetim ve kurgusunun son aşamasındadır. Filmin 2015 yılında
gösterime
girmesi beklenmektedir. Jennifer Abbott 2013 yılında Kanada Ulusal Film Kuruluyla birlikte bir kadının tüketimin
tavan
yaptığı yeni muhazafakâr bir dünyada kendi sesini bulma arayışını anlattığı Money and Other Love Stories
filminin
senaryosunu tamamlamıştır. Prix de Europa’ya aday gösterilen Abbott ayrıca Hollanda’nın Denizaltı Kanalı’yla
birlikte
çalışarak Unspeak, An Interactive Documentary Investigating the Manipulative Power of
Language multimedya projesi için Brave New Minds
kısa
filmini çekmiştir. Abbott, Tom Shadyac’ın (Liar Liar, Patch Adams, Bruce Almighty) ilk belgesel filmi olan I
AM’in
baş yapımcılığını ve kurgusunu da üstlenmiştir. Kendisinin ilk uzun metraj belgeseli olan
A Cow at
My Table, insan hakları aktivistleri ve et endüstrisi arasındaki hararetli savaşın izini sürer. Bu belgesel altı
uluslararası ödül kazanmıştır. Abbott’ın diğer işleri arasında ırklar arası ilişkilere baktığı New York Modern
Sanat
Müzesi’nde gösterilmiş deneysel kısa filmi Skinned ve kurgusunu yaptığı iki belgesel Two Brides and a Scalpel:
Diary of
a Lesbian Marriage ve Let It Ride: The Craig Kelly Story yer almaktadır. Making Video “In” kitabının editörü
olan
Jennifer Abbott, Emily Carr Sanat & Tasarım Üniversitesi’nde ders vermiş ve Vancouver’ın sanatçılar tarafından
yürütülen
medya merkezi VIVO’da Program Yöneticisi olarak çalışmıştır. Abbott ailesiyle birlikte British Columbia’daki
küçük bir
Pasifik adası üzerinde bulunan bir permakültür çiftliğinde yaşamaktadır.
Filmografi
Mark Achbar
“Blue Gold: World Water Wars”, yönetmen: Sam Bozzo (2008)
“Fierce Light: When Spirit Meets Action”, yönetmen: Velcrow Ripper (2008)
“Pax Americana and the Weaponization of Space”, yönetmen: Denis Delestrac (2009)
“Waterlife”, yönetmen: Kevin McMahon (2009)
“Bananas: Poison in a Banana Republic”, yönetmen: Fredrik Gertten (2009)
“Surviving Progress”, yönetmen: Mathieu Roy and Harold Crooks (2011)
“Neurons To Nirvana: Understanding Psychedelic Medicines”, yönetmen: Oliver Hockenhull (2013)
“Marmato”, yönetmen: Mark Grieco (2014)
“Fracture Land”, yönetmen: Fiona Rayher ve Damien Gillis (çekimi devam ediyor)
Web Sitesi
Trailer
3. ŞİDDET ve İKTİDAR
Antik Roma’da gladyatör dövüşleriyle ilgili hemen herkesin bir bilgisi vardır. Çünkü Antik Roma’nın hatırımızda
kalmasını istediği şey budur. Dolayısıyla bu bahsettiğim bilginin %99’unu oluşturan filmlerde bunu görürüz.
Örnek:
Gladyatör.
Bu korkunç vahşet, hayli güçlü iki esir ya da kölenin arenada dövüşmesi ve galip gelenin rakibi henüz ölmemişse
İmparator veya o an arenada bulunan bir başka önemli kişi tarafından öldür komutu gelince öldürülmesi basit
prensibine
dayanıyordu. Bu korkunç şiddetin etrafını araştıralım, süpürelim ve başka şeyler görmeye çalışalım. Bu
insanların
hayatını düşünelim: bu korkunç güne hazırlık. Belki bazıları aynı yerde, birbirlerini tanıyarak çalışıyorlardı.
Arkadaş
olma ihtimalleri de var. Bütün bunlar çok daha ağır ve sürekli bir şiddete karşılık geliyor diye düşünüyorum.
Gece
uyurken, yemek yerken bu zavallı insanların tabi tutulduğu korkunç bir şiddet. Peki, başka neleri bilmeyiz biz?
Bu
arenalarda öğlen vakti yapılan infazları pek bilmeyiz. Silahla, yakılarak ve vahşi hayvanlara parçalatılarak
cezalandırılan insanları...
Byung-Chul Han modernite öncesi şiddeti kendini açıkça gösteren ve hatta bununla korkuyu yaygınlaştıran bir
şekilde
açıklar:
“Modernite öncesi şiddet her yerde hazır ve nazırdır, gündelik hayatın bir parçasıdır ve alenidir. Toplumsal
pratiğin ve
iletişimin önemli bir parçasıdır hatta. Onun için yalnız fiilen uygulanmakla kalmaz, seyirlik hâle getirilir.
Hükümdar
iktidarını öldürme fiili üzerinden kan dökmek vasıtasıyla ilan eder. Kamusal alanlarda sahnelenen kanlı
seyirlikler,
iktidarını ve haşmetini kutlamak içindir.
Chul Han, modernite sonrasında siyaset ve iktidarın şiddeti bu kadar özgür kullanamadığını, dolayısıyla şiddetin
varlığını daha gizli sürdürdüğünü ama sürdürdüğünü söyler ve bu sessiz, daha örtük ve belki de daha korkunç
şiddete
örnek olarak toplama kamplarını verir.
Jerzy Kosinski (iktidarla alay etmek mi dersiniz, hesaplaşmak mı veya onun tüm hayatını kapsayan büyük bir
ağıtın
parçası mı dersiniz… ) öykülerinde ve çok muhtemeldir ki gerçek hayatında farklı yüzyıllarda farklı ülkelerin
farklı
ordularında; deniz, hava, kara kuvvetleri veya polis veya kraliyet tören bandosunda kullanılan üniformaların
resim çizim
veya müzelerden şekil, renk ve ayrıntılarını bulur, onları kendi bedenine göre iyi terzilere diktirirdi. Aşağı
yukarı şu
karmaşayla: Napolyon ordusunda bir generalin pantolonu ve kılıcı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nda bir
topçu
generalin ceketi üzerine ABD donanmasının kepi gibi. Bu korkunç karmaşayı bir Osmanlı paşasının çizmeleri
tamamlardı.
Kosinski bu kıyafetlerle Hilton, Sheraton gibi pahalı otellere, davet edilmediği davet ve partilere giderek
insanların
tepkilerini ölçer, para ödemeden yemek yer, içer, insanları azarlar ve mekanı terk ederdi.
Kosinski, Boyalı Kuş romanında İkinci Dünya Savaşı sırasında anne ve babasını kaybetmiş yedi-sekiz yaşlarında
bir çocuk
olarak Polonya’da yaşadığı şiddeti anlatır. Bu kitabı büyük bir cesaretle atıldığı bir kaçış sürecinin ardından
vardığı
New York’ta çok sınırlı bir İngilizce’yle, İngilizce olarak yazmış ve Pulitzer Ödülü kazanmıştı. Bu kazandığı
ödüllerden
yalnızca biri olarak kaldı. Hayatını şiddetle savaşa adamıştı yazar. Uzun süre PEN başkanlığı yaptı.
Bizim beraber geçireceğimiz zaman içinde tartışacağımız temel konulardan biri şiddet. Oldukça üzerinde durulmaya
muhtaç
bir kavram şiddet. Hayatın içinde çok sık karşılaştığımız ve uyguladığımız bir şey. Şiddet temel olarak devletin
tekelinde olduğunu düşündüğü bir uygulama. Devlet benimsemediği hemen her şeyi; bir yürüyüşü, bir cümleyi, bir
kabir
ziyaretini, televizyonlarda söylenmiş bir cümleyi, hatta barışla ilgili bir cümleyi şiddet sayabilir ve bunun
karşılığında da bu kişi veya kurumlara şiddet uygular. Buna ceza da diyoruz. Hukuk devletlerinde bir hayli
standart
içerdiğinin kabul edebileceğimiz bu devlet şiddeti veya cezalandırma hukukun askıya alındığı ülkelerde ve
sıkıyönetim
veya olağanüstü hâl gibi süreçlerde iyice hukuktan çıkar ve çok sorunlu bir hâl alır. Olağanüstü hâl zaten
olağan
koşullarda ve olağan yöntemlerle ve olağan hukukla devletin yönetilememesinin kabulüdür. Olağan bir yönetimde en
azından
teorik olarak her şey hukuka uymak zorundadır. Olağanüstü dönemlerde ve sıkıyönetimde hukuk olup biten her şeye
uymak
zorunda kalır.
Devlet için böyle olan bu karmaşık durum bir yana birey olarak eylemlerimizin birçoğunun şiddet içerdiğini
söylemek
olası mıdır? Bir şekilde evet diyebiliriz. Çok uç bir örnek ele alalım: Açlık grevi. Açlık grevi de bir
şiddettir. Grev
bir şiddettir. Kendimize uyguladığımız bir şiddetin ötesinde de şiddet olarak nitelendirebiliriz bunları.
Karşıya
yönelik şiddet illa silahla veya bombayla veya darpla olan bir şey değildir. Bir şarkı, bir şiir, bir marş
şiddet olarak
değerlendirilebilir. Eğer bu önerme doğru kabul edilirse o vakit şiddet kavramı kıymetini büyük oranda yitirir.
Bu
noktadan sonra tartışılması gereken “Hangi şiddet?” sorusudur. Hangi koşullarda şiddet? Filistinlilerin İsrail
askerlerine taş atması bir şiddet eylemidir. Kolombiya’daki Fark (Farc) gerillalarının uyuşturucu kartelleriyle
olan
silahlı mücadelesi ve toprak ağalarının arazilerini zorla ellerinden alıp yerel halka dağıtması şiddettir. Bu
şiddetleri; 68 gençliğinin şiddet eylemlerini, daha somut bir örnekle “Vietnam’a gitmeyeceğiz ve hiç
tanımadığımız
Vietnamlıları öldürmeyeceğiz.” diye yola çıkan yüz binlerce ABD’li gencin eylemlerindeki şiddeti nasıl
incelememiz
gerekir? Green Peace’in özellikle de kuruluş yılları düşünüldüğünde yaptıkları eylemler, balina avlayan gemilere
küçücük
botlarla yaptıkları saldırılar da şiddettir. Che Guevara ve Atatürk’ün eylemlerinde de şiddet vardır.
Bazen insan haklarını, hayvan haklarını veya doğayı korumak için şiddet kullanılır, hatta bazenden bir hayli
sıklıkla.
Artvin’deki ormanları, Hatila Vadisi’ni koruyan halkın eylemlerinde şiddet vardı, gözüne gaz sıkılan bir insan
şiddete
yakındır.
İnsan hakları, doğanın korunması veya hayvan hakları dediğimizde mücadele ortamındaki temel kavram şiddettir.
Adaletsizlik ve iktidar bu kavramın etrafındadır hep. Asıl olan bir insanın yaşamını sürdürme sürecinde
ihtiyaçları ile
hakları arasındaki dengeyi kurabilmesidir. Şiddet bir grup insanın cinsel yönelimine karşı, balık ve deniz
canlılarının
yaşamına karşı, bir kadına, çocuğa karşı ölümcül ve yalın hâlde olabileceği gibi, haklarının bir kısmını
vermemek, gasp
etmek gibi de ortaya çıkabilir. Byung Chul Han Şiddetin Topolojisi kitabında şu açıklamayı yapıyor:
“Modernite öncesi egemenlik toplumunun bir kan toplumu olarak sona erişi, şiddeti topolojik bir dönüşüme maruz
bırakır.
Şiddet artık politik ve toplumsal iletişimin bir parçası değildir. İletişimin satır aralarına, derinin altına
çekilir,
kılcal damarlara, ruhun iç mekanlarına sinmeye başlar. Görünürden görünmeze, apaçıktan mahreme, fizikten
psişiğe, askeri
olandan medyatik olana ve cephesel karşılaşmalardan viral olana kayar. Etkisini artık konfrontasyonla değil
kontaminasyonla, yani yüz yüze gelerek değil, zehirleyici bir şiddetle, açıktan saldırarak değil bulaşarak,
enfeksiyonla
göstermeye başlar.”
(Şiddetin Topolojisi; Byung-Chul Han Metis Yayınları S 18)
Byung-Chul Han insan hakları konusunda dünyaca ünlü yazar ve uzmanlardan biri olan ve yazımızın bir önceki
bölümünde adı
geçen Norveçli yazar Johan Galtung’un şiddeti “İnsanların günlük hayatlarındaki bedensel ve ruhsal koşulları,
potansiyel
imkânlarından daha geriyse orada şiddet vardır.” şeklinde özetlediğini savunur. Bu görüşü de açmakta yarar var
ancak
bizim belki de çok daha yoğun yararlanacağımız, belli noktalarda farklı düşünsek de genel olarak sıklıkla
başvuracağımız, referans alacağımız Byung-Chul Han bu tanımın şiddetten çok adaletsizliğe uygun düştüğünü
savunur.
Şiddet ile adaletsizlik, şiddet ile iktidar arasındaki önemli farkları bulanıklaştırdığı için bu iddiaya karşı
çıkar ve
şöyle der: İşçi sınıfı çocuklarının üst sınıf çocuklarla aynı eğitim şartlarına sahip olmaması henüz şiddet
değil
adaletsizliktir.
(Şiddetin Topolojisi; Byung-Chul Han Metis Yayınları S 84)
Belki de bir sonraki aşama, yani çok zeki olmasına karşın maddi imkânsızlıklardan dolayı okuyamayan işçi
çocuğunun çok
eziyetli bir işte çalışmak zorunda kalması şiddettir. Şiddeti farklı kültürlere göre şu ya da bu şekilde
tanımlamak
mümkün. Afrika ve Mikronezya’daki bazı kabilelerde genç erkeklerin ergenlikten gençliğe geçiş törenleri de
farklı
kültürler için şiddet kabul edilebilir, sünnet de. Hele kadın sünneti. Dünyanın çok farklı noktalarında insanlar
şiddeti
önlemek için güçlerini birleştirirler. Çünkü bu şiddet görevlerinden biri şiddeti önlemek olan kurumlardan
devletten,
polisten, askeriyeden veya hiç olmaması gereken bir yapıdan mafyadan veya hiç tahmin edilmeyen bir yerden
aileden
gelebilir.
Sivil toplum kuruluşları devletin olmadığı, olamadığı ya da yetersiz olduğu noktalarda yurttaşların ortaya çıkıp
çözüm
aramak için kurdukları, bağımsız ve geleneksel otoriteyi reddeden yapılardır. Dernek, vakıf ya da başka bir
yasal veya
hiçbir hukuksal bağlayıcılığı olmayan çatı altında toplanabilir ve çok farklı konularda çalışırlar. Örneğin Oy
ve Ötesi.
Seçim günü görev yapacağınız sandığa gitmezseniz bunun hiçbir cezası yoktur, buna karşın bu grubun neredeyse
tümü
görevlerine giderler. STK’ların tarihçesini Rousseau’ya, Gramsci’ye bağlayan Murat Belge’nin görüşüne -örneğin-
dinî
açıdan konuya yaklaşanlar, Bediüzzaman’ın, mescit ve camilerin veya Hucurat Suresi’nin bu temel tarihi
oluşturduğunu
söyleyerek karşı çıkarlar. Hiç şüphesiz Hıristiyanlığın temellendirdiği STK anlayışı her iki görüşe de karşıdır.
Benim
bu yazıda özellikle üzerinde durmak istediğim konu ise STK’ların tarihçesi ve kaynağından çok, bugünün
kurumlarının
yapıları ve sorunları. Muhtemelen bir türlü düzelmeyen, düzeltilmeyen bir haksızlığı, adaletsizliği, zayıfa
uygulanan
şiddeti önlemek için insanların bir araya gelmesi çok eski olmalı, insanların toplu yaşamaya başlamalarıyla
başlamış
olmalı. Bütün bunlar belki de insanın avcı yönünden çok toplayıcı yönüyle daha yakın bir ilgi barındırmalı.
İnsanın avcı
toplayıcı temeli konusuna ileride daha ayrıntılı gireceğiz.
Otoriteyi kısmen reddeden, daha demokratik ve daha paylaşımcı bir çözüm süreci vadeden STK’ların çok büyük bir
kısmında
açık bir hiyerarşi görmek olası. Biraz yakından bakıldığında bazı dernek ve vakıfların başındakilerin ve
özellikle karar
noktasındaki kişilerin uzun yıllardır aynı kişiler olduğunu görmek de mümkündür. Sürekli çok yorulduklarından,
kaynaksızlıktan, imkânsızlıktan şikayet etmelerine rağmen böyledir bu durum. Ve bu sorun, yani yönetici
konumunda
olanların bu koltuklara yapışması sorunu aslında sivil ve sol düşüncenin iktidar ve siyasette değiştirmek,
iyileştirmek
istediği durumlardan biridir.
Gönüllülük, STK’ları ilgilendiren çok temel bir kavram. Genel olarak gönüllü olmak, sorumsuz olmak gibi
algılanabiliyor
ya da gönüllü kavramının olduğu yerde sorun ve süreçlerin titizlik, disiplin ve derin bilgi gerektirmediği gibi
bir hava
oluşma riski hep var. Halbuki STK, karşısına koyabileceğimiz devlet, ordu ve ticari kuruluşlar kadar, hatta
onlardan çok
daha önemli ve stratejik işlerle uğraşır ve ciddi bir disiplin gerektirdiği de çok açık ortadadır.
STK’ların bazılarının devlete, bazılarının ticari şirketlere, bazılarının ise askeriyeye çok yakın oldukları
görülebilir. Bu yakınlık, bağımsız çalışabilmenin, özgür seçimlerin sekteye uğramasına, hiyerarşi ve geleneksel
otoritenin ortaya çıkarak yapıyı tahrip etmesine sebep olabiliyor. Bunun da ötesinde birçok şirketin de kendi
kurdukları
STK’lar var ve bu da çok başka, yeni sorunlar ortaya çıkarabiliyor. Bu noktada şirketin para aklaması, ekolojik
ya da
insani sorunu yanlış tarif etmesi ve dolayısıyla çok yanlış çözümler önermesi, karar noktalarına bilgisiz
insanları
getirmesi ve onlara maaş ödemesi gibi birçok farklı sorun ortaya çıkabiliyor.
STK’ların karşılaşabileceği bir diğer önemli sorun, geleneksel, hukuki ve etik kontrol yöntemlerinin
uygulanmasının
zorluğudur. Kontrol mekanizmalarının bir kısmının zaman zaman çalışmama riski vardır ve sorumluluk noktalarında
bu
sorumlunun bulunması ve düzeltme süreçleri zorlaşabilir. Dernek ve vakıfların bütçe ve harcamaları, hiç değilse
iktidara
uzak olanlarınki denetlenir ama bu denetleme yalnızca faturalama açısından bir denetimdir. Çalışma ve
kampanyaların
etkinliği, rasyonelliği, bilimselliği, ekonomikliği neredeyse hiç denetlenmez.
Nasıl bir şirketin kurduğu STK üzerinde her anlamda çok ciddi bir baskı oluşturabilme olasılığı varsa, çok
uluslu
STK’lar da yerel veya ulusal şubeleri üzerinde böyle bir baskı oluşturma olasılığı hep vardır ve bu yapılar
politikaları
tepeden aşağı doğru belirlerler. Bu da bir diğer önemli sorundur.
STK’lar en azından bize ulaştığı biçimde batılı bir kurum yapısına sahiptir. Topluca “sosyal sorumluluk” diye
adlandırılan kavramın içinde ele alınan konularla ilgili kısa filmler yapmaya 1990’lı yıllarda, sanırım 1993
yılında
başladık. Nazmi Ulutak ve İlknur Ulutak ile başladık ve sonra ekibe Tül Akbal ve Nedim Süalp katıldı. Polonyalı
bir
öğrencimizin yaptığı 3 dakikalık “Açlık” filmi ilk örneklerden. Bir diğer kısa film de silahlanma karşıtı bir
filmdi ve
Macar öğrenciler yapmıştı. Bu filmler Fima Datça Uluslararası Video Atölyesi’nde yapılmıştı. O vakitler çok
sınırlı bir
grup bu konularla uğraşıyordu. İmkânlar da dardı. Fima video atölyelerinde üretmeye başladığımız bu filmlere
veya
hareketsiz görsellere (afiş, billboard, broşür vs) tüm dünyada sosyal reklam dendiği için biz de öyle dedik uzun
süre. O
vakitler bu tanım bile tam olarak önemsenmiyor, bilinmiyor veya zor anlaşılıyordu. Çünkü sistem bu kavramı daha
içselleştirmemişti. Örneğin bugün, yani 2018 yılında sosyal alanın yani çevre ve insan haklarıyla ilgili
çalışmaların
öncülerinden birçok isim o vakitler ticari alan için çalışıyordu. Şimdi bir kısmı emekli oldu ve belki bir
anlamda
kirlettiklerini temizlemeye çalışıyor, ki bu da önemli.
On yılı aşkın bir süredir yerine “kontra” tanımını kullandığımız ve geçmişte de hep istemeye istemeye kullanmış
olduğumuz artık çok popüler olan ve herkesin telaffuz etmekten pek hoşnut olduğu bu sosyal ile başlayan ve
sorumluluk
ile biten tamlama samimiyetsiz ve sıkıcı olmasının dışında önemli bir problem daha bünyesinde barındırır ki o da
yanlış
anlaşılmaya çok davet edici olmasıdır. Bazen bir üçüncü kelime de ekleniyor bu tamlamaya: Proje. Sosyal
sorumluluk
projesi. İşte o zaman her şeyin içi tamamen boşalıyor endişesi duyuyorum.
Sosyal bana kalırsa hayli demode, geri kalmış ve sıkıcı bir kelimedir. Hiçbir izaha gerek olmaksızın antipatik
olduğunu
düşünüyorum. Sorumluluk da temel olarak sıradan bireyler olarak (beni ele alın örneğin) hiç de istenmeyen bir
kavramdır.
Kim sorumluluk almak ister ki hayatta? Benliklerinde insanlığın yolunu açan, aydınlatan o cevherden bulunduran
büyük,
çok büyük insanlar dışında biz sıradan ölümlülerin hemen hiçbiri sorumluluk almak istemez. Aksine genellikle
sorumluluktan kaçarız, kendimden biliyorum. Hem sevimsiz ve samimiyetsiz sosyal kelimesi hem de antipatik
sorumluluk
kelimesi birleştiğinde sonuç sosyal sorumluluk oluyor. Hiç şüphesiz hayli zorlama bir tamlama bu. Benim baktığım
yerden
görünen bu. Biz bu alanda yaptıklarımızın hiçbirini sorumluluk duygusuyla yapmadık. Bizim etrafında
dolanacağımız temel
kelime sorumluluk değil, sevgi belki. Notlarımızın içinde sık kullanacağımız bu tamlamayı bizi de daha az
yoracak bir
kısaltmayla kullanalım: SS. Sosyal Sorumluluk Projesi için de SSP kısaltmasını kullanalım.
SS’nin sıklıkla yol açtığı yanılsamaların en önemlilerinden biri de bu kavramın üretim sürecinin şirketler ve
devletle
çok sıkı ideolojik ve finansal bağları olmasıdır. Dünyanın içinde bulunduğu ekolojik ve etik sefaletin en sık
karşımıza
çıkan sorumluları olan devlet ve şirketler, sosyal sorumlulukla uğraştıklarında kendilerini çok özel bir şey
yapıyormuş
gibi görür, gösterirler. Halbuki yapmaları gerekenin çok azını yapmakta ve bu eylemler bütünü sırasında
harcadıkları
paranın çok daha fazlasını, yaptıklarını abartarak duyurmak için harcamaktadırlar. Sonuçta büyük şirketler zaten
çok
sorunlu bir kavram olan ve sosyal sorumluluk diye adlandırılan şeyi de bu süreçte reklama çevirirler. Dünyanın
bu
hâlinin gerçek sorumlusu sokaktaki vatandaş değil, devlet ve çok uluslu ya da büyük ulusal şirketler olduğuna
göre
ekolojik ve sosyal sorunları duyurma, bu konulara dikkati çekme ve sorunu ortadan kaldırma görevi zaten çok
doğal olarak
devletin ve şirketlerin birinci görevidir. Ancak bu görevlerini (son derece problemli bir anlayışla ve
yapılanmayla) ifa
ederken de biz sokaktaki insana (bu tanımlamayı karar vericiler ve reklamcılar çok severler, medyada da çok sık
kullanılır) özel ve iltimaslı bir eylemde bulunuyormuş gibi yapar, yaptıklarını da toplumun gözüne sokarlar.
Halbuki
bütün bu sorunların ortaya çıkışında hatırı sayılır bir etkileri vardır. Nestle ve Dow Chemical dünyanın önemli
festival, bienal ve sanatsal aktivitelerine çok önemli desteklerde bulunur. Nestle CEO’su 2018 yılında şunu
demişti,
akıllarda kalmalı: “Temiz suya ulaşım bir insan hakkı değildir.”
SS tamlamasının yol açtığı bir diğer yanılsama, içinde çalışmanın çok zevkli ve anlamlı olduğu bir alanı
neredeyse en
iyi bakışla ev ödevi sıkıcılığında bir mecra gibi tarif etmesindedir. Suyun ya da toprağın daha akılcı
kullanılmasını
öğütleyen veya şizofren hastalarının toplumdan dışlanmaması gerektiğini anlatan bir kampanya ya da filmi
hazırlarken çok
doğal olarak yüksek bir doyuma ulaşır; zevkli, anlamlı bir iş yapanların sevincini duyarsınız, insan olduğunuzu
hissedersiniz. Böyle bir faaliyet sürecini SS diye adlandırmak, büyüklerin ve esas işi onların paralı tüketim
reklamlarını yapmak olan reklam ve halkla ilişkiler şirketlerinin süreci ne kadar içselleştirebildiklerine dair
çok
ciddi ipuçları verir, ki onlar bu yeni ve önemli alanı her geçen gün biraz daha fazla işgal etmekte, bağımsız
üretimi
sıkıştırmaktadırlar. Ekoloji ve insan hakları temelli sorunların duyurulmasına yönelik film ve tanıtım
malzemelerinin
üretiminin bağımsız olmasının önemi büyüktür. Burada karşılaştığımız sorunu biraz açmalıyız: Nasıl olur da
ajanslar ve
prodüksiyon şirketleri genelde bağımlıdır ve nasıl olur da bağımsız olarak bu sorunlarla ilgili film, radyo
spotu,
grafik tasarım ve diğer araçları üretmek isteyen sanatçıları engeller?
Aşağı yukarı şöyle: Bu reklam ajanslarının, yapım firmalarının özellikle çok uluslu olanları ve özellikle de
banka,
holding, telefon, araba, şişelenmiş su gibi büyük firmalara reklam üretenleri bu kuruluşların STK’larına veya
benimsedikleri STK’lara da üretim yaparlar. Bu üretimler genelde bağımsız olmadığı için sorunu tam tarif
etmeyebilir,
yanlış tarif edebilir ve dolayısıyla çözümü de yanlış üretir. Hem bu şirketlerin, hem bu STK’ların hem de bu
ajansların
medya ile çok yakın ilişkileri olduğundan dolaşıma sokulabilen de bunlardır. Böylece sorunu ve çözümü doğru
tarif
ettiğini varsayacağımız işler kimseye ya da sınırlı bir kitleye ulaşırken (ki burada sosyal medya dediğimiz
mecra büyük
yeni olanaklar sağlamıştır bağımsız sanatçıya) yanlış olduğunu varsaydığımız ürün herkese ulaşabilmektedir.
Bütün bu nedenlerle SS yerine (ki yaptıklarımızın ve bu dersin SS ile hiçbir alakası yok) kontra kelimesini
tercih
ediyorum. 2000 yılından sonra Türkiye’de ciddi bir SS patlaması yaşandı. Aniden, yeni yüzyılla birlikte ekolojik
ve
toplumsal sorunlarımızla ilgili bir şey yapmak zorunda olduğunu hissetti devlet, firmalar ve çok tabii ki reklam
sektörü.
Çok doğaldır ki bu sorunların büyüme sürecini ve sorunlara devlet ve şirket ilgisinin başlangıç tarihini 12
Eylül’den
gerilere, 1972’lere, 60’lara veya cumhuriyetin kuruluşuna, 1071 Malazgirt Zaferi’ne ya da İsa’nın doğuşuna
çekmek de
olasıdır. Ama bütün bunlar olurken ve İstanbul, yani yaşadığımız bu kent, hemen her istediğini Anadolu’ya
dayatırken
bunu hiçbir şekilde daha rasyonel, daha bilimsel, daha çağdaş, daha akılcı yapmıyor. Sosyal reklamlar da genel
olarak
İstanbul’da üretiliyor. Yalnızca sosyal reklamlar değil, her türlü büyük organizasyonun merkezi İstanbul.
Son çeyrek yüzyılda değişim hızlandı; iklim krizi, kaynakların yetersizleşmesi ve adaletsiz paylaşımın getirdiği
sorunlar büyüdü, ekolojik ve toplumsal kirlenme hızlandı. Birinci dünya ülkelerindeki kirlenmenin sonuçları da
ciddi
boyutlara çoktan ulaşmıştı. Hem batıdan gelen zorlamalarla hem de sınırlarımız içindeki kirlenmenin taşınabilir
ve
sessiz kalınabilir boyutları aşmasıyla SS süreci zorunlu hâle geldi ve birçok STK kuruldu. En önemli ve
büyükleri, dev
olanları, çok rahat tahmin edilebileceği gibi, İstanbul’da kuruldu. Bunların büyük çoğunluğunun başına eski iş
insanları
geçti, yani devletle birlikte bu maruz kaldığımız kirliliğin en büyük sorumlusu şirketlerin eski başkanları.
“En çok biz kirletmiştik şimdi en güzel biz temizleriz.”
Bu cümleyi ve anlayışı hatırlayacaksınız. Bu STK’ların ciddi bir kısmı da şirketlerin bir uzantısı olarak
kuruldu, yani
finansal ve idari olarak dev bir şirketler (içinde teknoloji, finans, bilişim ve medya şirketlerinin olduğu)
grubuna
bağlı kuruldu. En yetenekli elemanları bu alanda istihdam ettiklerinden yana tereddütlerim var. Ama çevreyi
kirletenle
(şirket) temizleyenin (STK) aynı yapı içinde, aynı finansla çalışması ciddi olarak üzerinde durulması gereken
bir konu
olmalı.
Sonuçta bu emekli iş insanlarının Batı ülkelerine kıyasla bir hayli gecikerek kurduğu İstanbul merkezli dev
STK’lar
ekolojik, kültürel, sanatsal, toplumsal konulardaki süreçleri belirlemeye başladılar. Gerektiğinde Anadolu’da
önemli
buldukları sık ve yoğun çalıştıkları yerlere şubeler açtılar.
70’li yılların sonunda “asit yağmurları” trajik bir hâl alarak bugünün küresel ısınmasını müjdeler olduğunda
batılılar
birey üzerinden kampanyalara girişmişlerdi. Bireyi bilinçlendirmenin çok önemli olduğunu vurgulamış; bilinçlenen
bireyler okulu, şirketi, devleti, aileyi de bilinçlendirecek diye düşünerek hareket etmişlerdi. Bu kampanyaların
en
önemli problemlerinden biri suçlunun da, sorumlunun da birey olduğu gibi çok problemli gizli bir mesaj oluşturup
bunu
kitlelere kabul ettirebilmesiydi. Çeyrek asır önceki bu kampanyalar yalnızca zengin ve ünlü bir Bob Geldoff,
hayli
kısıtlı bir kavrama kapasitesi olan Bono ve onların replikalarını yaratmıştı. Daha da ünlenen ve çevreci-insan
hakları
savunucusu payelerini de alan bu replikaların, sonraları daha kötü ve daha koloniyalist-oryantalistlerini
başaracakları
bir hayli fazla sayıda faydasız konser kaldı o çabalardan bugüne. Ama Afrika’daki büyük sömürü düzeni, savaşlar,
açlık
ve erozyon hâlâ duruyor ve artıyor maalesef.
Bugün, yaklaşık çeyrek asır sonra tam karşımızda duran iklim krizi ve belki de bunun bir uzantısı olan
kullanılabilir-içilebilir suyun azalması ile ilgili korkunç sorunların sorumluluk noktasına da bireyi koymak
hiçbir
şekilde doğru ve akılcı değildir, meşru kabul edilemez ve açıklanamaz.
Ülkedeki gerek STK gerek devlet gerek şirket kaynaklı birçok SS kampanyası sürekli olarak bireyi suçlarken, aynı
zamanda
zavallı bireyi hem hedef gösteriyor hem de uyarıyor. Batıdaki örnekleri birebir taklit eden bu kampanyalar çok
acımasız
ancak bunun çok da açık bir sebebi var. Devletin ve büyük çok uluslu ya da ulusal şirketlerin bir asırdır
kullandıkları
reklam şirketleri, işverenlerinin paralarıyla onları suçlayan ya da gerçek sorunu açıklayan bir kampanya
yapamaz.
Öyleyse vurun abalıya: Televizyonunu stand by’da unutma tamamen kapat, daha az duş al ve dişini daha az suyla
fırçala ve
her şey düzelsin. Sistem bunu birçok sebepten yapıyor ama bu sebeplerin içinde bir tek hakikat eksik. Bunu böyle
yapmasının sebebi temelde aşırı bir tüketimden beslenen kapitalizmdir. Özellikle ABD ve Japonya hâlâ birçok
çevresel
anlaşmaya imza atmamış durumdalar. ABD son başkanının kararlarıyla imza attığı anlaşmalardan çıkmakta ve EPA’nın
başına
dünyada çevre suçlarıyla bilinen ve küresel ısınmayı reddeden birini getirebilmektedir. Dünyadaki insanların,
sıradan
bir İsveçli, Japon veya ABD vatandaşı gibi tüketim yapmaları hâlinde ekosistemin dayanma gücünün tamamen
tükeneceğine
dair sayısız data ve araştırma var.
Dolayısıyla neredeyse mecburen, kapitalizm tarafından finanse edilen ve yönetilen ve asıl işi tüketimi
pompalayan
filmler yapmak olan reklam şirketlerine ve ajanslara yaptırılan bu küresel ısınma kampanyalarının veya diğer
kampanyaların önemli bir kısmı akılcı, tutarlı, inandırıcı, mantıklı olmaktan uzak. Bunun sebeplerini kısaca
incelemeliyiz diye düşünüyorum, bundan kaçamayız. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilsek de bu konuyu gizleyemeyiz.
Bu,
toplumsal tabularımızdan biri olarak kalamaz. Bunları konuşmuyoruz ve şüphesiz hiçbir şey düzelmiyor.
İklim krizinin getirdiği ekolojik sorunların artışına karşı hayatta kalmak için aldığımız bireysel önlemlerin,
özellikle
de kısa süreli çözümlerin sorunu daha da azdırmak gibi bir tehlikesi var. Her yaz yüz binlerce yeni klimanın
eklendiği
milyonlarca klimanın dünyayı daha sıcak kılması gibi. Maruz kaldığımız sıcaklığı azaltmak için kullandığımız
modern bir
gereçle dünyayı daha fazla ısıtıyoruz. Komik ama gülmenin zor olduğu bir paradoks. Kan ter içinde açtığımız
klimanın
verdiği serinliğe şükrederken klimanın düğmesine basan bir oyuncu ve dünyanın birçok yerinde açtıkları
klimalarla
dünyanın genel ısısını artıran binlerce insanı ve onlardan biri olarak kendini düşünebilen ve izleyebilen bir
izleyici
olarak aslında tüm sürece hakimiz ve sorumluyuz. Bir yandan da aldığımız klimanın diğer klimalara göre çevreye
çok daha
duyarlı olduğunu anlatan reklamların izleyicisiyiz ya da bu reklamların veya klimaların üreticisiyiz. Veya bütün
bu
karmaşaya hiç aldırmayan mutlu bir bireyiz, kafamız hayli karışık. İzlediğimiz klima reklamının reklam mı sosyal
reklam
mı olduğunu da tam anlayamıyoruz, zaten hiçbir şeyi tam anlayamıyoruz. Bütün bu karmaşada süreci ve işleyişi
anlayacak
bilgimiz merakımız ve vaktimiz yok.
Dünyanın çözümlerinden biri ortadadır ve bu da çok basittir: Klimaları durdurmak. Peki, bütün sosyal sorumluluk
kampanyalarında sorumluluğu bireyin sırtına yükleyen çok uluslu ya da tek uluslu şirketlerini kurdukları STK’lar
ve
onların filmlerini, afişlerini yapan reklam şirketleri bunu söyleyebilirler mi? Klimaları durdurun diyebilirler
mi,
tüketmeyin diyebilirler mi? Hayır, Söyleyemezler. Klima almayın diyemezler. Bush da diyemiyordu. Haddinden fazla
yemeyin
diyemezler. Eski arabanızı atmayın, onarın ve kullanın diyemezler. Gereksiz yere telefonla konuşmayın
diyemezler. Daha
fazla konuşun derler, daha fazla deterjan kullanın, yepyeni arabanızı bu yıl ürettiğimiz arabayla değiştirin
derler.
Tüketimi gerçekten kısmaya yönelik hiçbir açık, anlaşılır, basit cümle kuramazlar.
Çünkü sistem belki de hantallığı ve katılığı nedeniyle büyüme ve tüketimin artırılması gibi kavramların ardında
zannediyor başarıyı. Bu hiç de sonu olmayan bir süreç. Hiçbir büyüme yeterli olmuyor ve hiçbir tüketim artışı
sistemi ve
onun büyük aktörlerini tatmin etmiyor. Belirleyici özellikle çok uluslu ajansların ve reklam şirketlerinin bütün
güçleri, bütün kazançları, bütün kaynakları, bütün zenginliği bu israftan, gereksiz tüketimden ve dünyanın her
yerinde
aynılaştırarak çılgın bir piranha sürüsüne dönüştürdükleri kalabalığın talanı andıran tüketim çılgınlığından
beslenen
dev küresel şirketlerden gelmektedir. Yalnızca bu reklam şirketleri ve ajanslar değil, büyük holdinglerin alt
kuruluşu
gibi kurulmuş STK’lar da sistemden beslenen yapıları ve şirketlerle yakın ilişkileri nedeniyle birçok gerçeği
söylemekte
zorluk çekerler. Bu konuları açacağız.
Isı artıyor, su ve yaşamı besleyen ana kaynaklar azalıyor. Mikro anlamda bunun birinci sorumlusu olarak nasıl
birey
gösteriliyorsa (ki bu hiç de böyle değildir, bunun birinci sorumlusu büyük şirketler ve devletlerdir) makro
anlamda da
bu kabahat neredeyse üçüncü dünya ülkelerinin üzerine yıkılmaya çalışılıyor. (Bu da kesinlikle böyle değildir.
Hiç
şüphesiz ABD ve Japonya, Gana ve Jamaika’ya göre çok daha büyük ekolojik suçlar işlemiş ve işlemektedir,
sorumlulukları
çok daha büyüktür.)
İnsanlığın karşı karşıya olduğu belki de en yakındaki ölümcül sorunlardan bir olan “küresel ısınmayla” ve diğer
tüm
sorunlarla (şiddet, yağmur ormanları, mülteciler, insan hakları vb.) ilgili bağımsız bireyler, bağımsız bilim
insanları
ve bağımsız STK’lar mutlaka doğru bir bakış geliştirmek zorundalar. Çünkü ABD ve Avrupa’ya bağımlı, dev, iş
dünyasından,
günümüzün tüketim anlayışından beslenen ya da bir şirketin alt kuruluşu olarak ortaya çıkmış olan, tüketimi
artırmakla
ilgili uzmanlıklarıyla haklı olarak övünen reklam şirketleriyle çalışan merkezdeki dev STK’lar bu sorunu
çözemezler. Bu
eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu reklam şirketlerinin kurduğu dilin inkârı ve yaşamlarını sürdürmenin
olanaklarının kendi
elleri tarafından tahribi olur. Dolayısıyla yalnızca bir sivil toplum kuruluşu olmak belli çözümlere yaklaşmak
için
yeterli değildir. Bu kuruluşun içindeki hiyerarşi, maddi kaynakların nereden sağlandığı ve nasıl kullanıldığı,
çalışma
metotları, prensipleri, bağımsız olup olmadığı … Bütün bunlar önemlidir.
Bugün büyük bir krizden söz ediyorlar. Bankalar batıyor, hiçbir şey anlamadan izliyoruz. Ama bunu biliyorduk,
dünyanın
ekolojik yapısı buna dayanamadı, her yerinden çatlıyor. Dünyanın finansal yapısı da dayanamıyor, olan budur.
Saklanamaz
bir hâle geldi her şey. Bu kadar tüketime, küçücük bir azınlığın (ki belki onlar da mutsuz) bu kadar çok
tüketmesine ve
buna karşılık milyarların sefaletine, ne ekolojik ne ekonomik ne de etik olarak dayanmak mümkündür.
“Beko buzdolabını doldurmak için tam 617 litre alışveriş yapmamız lazım ki mutlu olalım.”
Bir reklam sloganı. Eğer herhangi bir çözüm varsa bu yerelden ve çalışan kitlelerin örgütlenmesinden
geçiyor.
Sosyal sorumluluk projeleri bağımsız yönetmenlerce üretilmezse sorunlar oluşabilir.
Sosyal sorumluluk projeleri şirketlerin kurduğu veya onlarla ilintili STK’larca üretilirse burada sorunlar
oluşabilir.
Sosyal sorumluluk projeleri asıl işleri ve var oluş sebepleri temelde tüketimi arttırmak olan reklam ajansları
tarafından üretilirse burada sorunlar oluşabilir.
3.1. Tüket ve tüketme mesajlarının her ikisini de verebilmek sorunlu bir süreçtir.
4. Bağımlı üretilen SSP’ler, gerçek sorunu ortaya koyamayabilir.
4.1. Sorunu ortaya koyamamaktan daha tehlikeli olarak sorunun sebebini birey olarak göstermek zorunda kalabilir.
Bu bir
yanıltmadır, sorunu yanlış ortaya koyar ve dolayısıyla çözümü de yanlış ortaya koyma tehlikesiyle karşı karşıya
kalabilir.
5. Şirketler, STK’lar ve reklam ajansları üçgeninde üretilen SSP’lerde her zaman finans ve emeğin daha çoğunun
veya
önemli bir kısmının soruna değil, şirketin bu çabasının geniş kitlelere duyurulmasına harcanması
dolayısıyla;
5.1. israf edilmesi,
5.2. reklamın sosyal reklamla karışması gibi tehlikeler vardır.
“yeşil badana” kavramını araştırınız, haftaya tartışalım.